HEDEF KAÇKAR DAĞLARI

Bu defa yazıma her zaman için kendime söylediğim şu cümle ile başlamak istiyorum.
Kişi ideallerini köreltecek her sözden kaçınmalı.


İsmim Ferdi Gül. Bir önceki yolculuğumda yaşadığım başarma ve mücadele etme arzusuyla yeni arayışlar içine girmiştim. Zaten en uzağa gitmiş ve Türkiye'nin en yüksek dağına tırmanmıştım. Çıkacağım yolculuğun bir öncekinden de daha çok heyecan vermesi gerekiyor diye düşünüyordum. Sonra aklıma bisikletimle Rize'ye gidip Türkiye'nin  teknik rotalarına sayip dağı Verçenik ve Kaçkar dağı zirvesine çıkmak geldi. Bu fikir bana gerçekten heyecan vermişti. Çekindiğim tek konu bisikletle 1600 km yolu yaz aylarının en sıcak zamanlarında yapacağımdı. Kafasına koyduğunu yapan bir kişi için bu sorun teşkil eder mi siz düşünün.Edindiğim fikri ailemle, paylaştım  bu defa gitmemi istemiyorlardı. Çevremde işe başlamam için baskılar da fazlasıyla artıyor, bu da  beni gerçek anlamda üzüyordu. Çıkacağım bu yoluculuk heyecan için olabilirdi ancak benim için biraz da kendini arayış meselesiydi. Yola çıkmak adına 22 temmuzu belirlemiştim. Sponsorluk görüşmeleri yaptığım kişiler vardı ve bu kişilerin kararsızlıkları beni 8 gün geriye atmıştı. Yaptığımız görüşmeler olumsuz bir hale bürününce görüşmeyi sonlandırıp''kendi kendine de yetersin"diye teselli etmiştim kendimi. Bu defa tarihi 30 temmuz olarak belirlemiştim. Cebimde paradan çok hayallerim vardı. Hazırlıklarımı tamamlayıp çıkacağım günü bekliyordum. Bir önceki tecrübemden dolayı daha minimal bir çanta düzenim vardı. Daha önce Karadeniz bölgesine gitmediğim için de ayrı bir meraklıydım. Ağrı seyahatimde yaşadığım güzel şeyleri, yaşayacak mıyım diye düşünüyordum. Yolları ve insanları güzelleştirecek olan benim istek ve arzumdu aynı zamanda. 30 temmuz dan önceki gün annem "bu son yolculuğun "diye söylenmişti. İstemsiz bir şekilde kabul etmiştim. 
30 temmuz günü sabah 4.30 da uyandım. Bir şeyler atıştırdıktan sonra evdekiler ile vedalaştım. Önceki yolculuktan kalma öz güven ile ilerliyor ve Rize'ye vardığım gözlerimin önüne geliyordu. 
Muslu abi ile olan fotoğrafım 


Sabah saatleri olduğu için yollar boştu. Daha önce korktuğum Belkahve geçidine vardığım zaman; kendimden emin bir şekilde aşıyordum. Vadiden aşağı doğru esen rüzgar göğsüme vuruyor ve geçidin zirvesine gelene kadar da bu şekilde ilerliyordum. Geçidi aşıp indiğimde Turgutlu'ya kadar stabilize bir şekilde yola devam ettim. Saat 10.00 olduğunda Turgutlu'ya varmıştım. Burada kahvaltı için mola verdim. Annemin hazırladığı ve çantama koyduğu son kahvaltıyı yapıyordum. Her şey gayet iyi gidiyordu. Turgutlu'dan çıktıktan sonra Ahmetli'ye geldiğimde arka tekerleğin patladığını fark ettim. Bisikletten indim ve beni en yakın bisikletçiye götürmesi için şişirdim.Ancak bu normal patlamadı değildi. Sibop patlamıştı ve müdahale edebileceğim bir durum değildi ve yedek lastiğim yoktu. Bisikleti elimle sürüp bisikletçi aradım. Şansıma elinde  bir adet bisikletime uyan şambrel buldum. Olay burada başladı. Karşımda kendine ve malına güvenen yaşlı bir amca vardı. Patlak olan lastiği çıkarıp yenisini takıyordu. O sırada bende çantamı karıştırıyordum. Bir anda "Allah"! diye bağırdı ne olduğunu anlamadığım için irkilmiştim. Ardından "güüm!" diye bir ses geldi ve o malına çok güvenen amca, elinde olan son lastiği fazla şişirdiği için patlatmıştı. O an kendi halime mi ağlasam, yoksa amcaya haykırarak gülsem mi diye kalakaldım:) Hiç bozuntuya vermeden oradan çıktım. Şimdi ne yapacağım, diye düşünüyordum. En yakın bisikletçi 22 km uzakta olan Salihli deydi. Moralim bozulmuş bir şekilde yola çıktım. Bisikleti elimle sürüyordum ve sıcak başıma vurmuştu. Biraz ilerledikten sonra sepetli motor durumu anlamış ve yanıma gelmişti; "Bu şekilde gitme gel, beni seni götürürüm" dedi. Bu adamı tanrı göndermiş olmalı diye düşündüm Mutluluğum görülmeye değerdi. Bisikleti kucaklayıp sepete oturdum. Bu şekilde 15 dakika ilerledik ve bisikletçiye geldik. Beni buraya kadar getiren değerli insana teşekkür edip, vedalaştık. Burada istediğimiz parçadan fazlasıyla vardı. Patlak olanı değişip yanıma yedek olması için de bir tane aldım. Dükkanın sahibi Muslu abi "hemen gitme otur çayımızı iç" dedi. Sohbet edip, neler yaptığımı anlattım. Sonra "aç olmalısın "deyip yemek ısmarladı. Zaten uygun fiyata yapmıştı bisikleti, gerçekten iyi bir insandı. 
Durasıllı da kamp kurduğum cami


Tekerin patlaması bana 3 saat kaybettirmişti. Biraz daha sürmeye karar verip 10 km daha ilerledim. Durasıllı ilçesine gelip caminin bahçesine çadır kurdum. İlk gün her şeye rağmen 120 km ilerlemiştim gayet iyi bir rakamdı. Bu yoğun geçen gün beni yormuştu. Yemek için marketten aldığım konserveleri yedim. Saat 20.00 gibi dinlenmeye geçtim. Gece saat 03.00 gibi tesadüfen uyandım çadırımın fermuarını açıp dışarı doğru baktığımda kilitlediğim bisikletimin başında 3 kişi olduğunu gördüm. "Hayırdır!"diye seslendim ve hiç bir şey demeden uzaklaştılar. Niyetleri neydi anlamadım ama iyi ki uyanmıştım. Uyandığım dakikadan sonra artık uykum kaçmıştı ve bisikletim için tedirgindim. Saat 04.00 olduğunda her şeyi toparlayıp yola çıktım. Kaskıma arkadan gelen araçlar beni görsün diye kafa lambası taktım. Ama yol karanlık olduğu için ben önümü görmüyordum. Bu şekilde ilerlemekten vazgeçip benzinliğe girdim. Kahve hazırlayıp bir şeyler atıştırdım. Hedefim Uşak'a varmaktı. Bulunduğum yerin rakımı 100 metre idi. Beni Uşak'a kadar zorlu bir yolculuk bekliyordu tam 900 metre yükselmem gerekiyordu. Havalar sıcak olduğundan dolayı sabahın erken saatlerinde yola çıkıyordum. Benzinlikte geçirdiğim vakitten sonra saat 5.30 da yola çıktım. Yolculuğun 60 ile 70 km kısmı yokuşlar ve geçitlerden oluşuyordu. Saat 10 dan sonra hava sıcaklaşmaya başlamıştı. Böyle bir hava da bu kadar yokuş çıkmak gerçek anlamda çok zordu. 110 km lik yolculukta 8 litre su içmiştim ve bir o kadar da sıvı kaybetmiştim. Kafamdan aşağı akan terler inanılmaz derece de seri akıyor ve yeri adeta yıkıyordu. 

12 saatlik yolculuk sonunda vardım. Adım atacak halim kalmamıştı. İzmir de yaşayan arkadaşımın arkadaşı bana evini açtı. Eve geldiğimde vücudum yanıyor gibi hissediyordum. Buz gibi bir duş almak bugün bana verilecek en değerli bir hediye den başka bir şey değildi. Tuğrul çok misafirperverdi hazırlamış olduğu yemekleri yedik. Akşam saatlerinde beraber dışarı çıkıp hava aldık. Gece 12 gibi eve gelip uyudum. Ertesi gün sabah 4 gibi uyanıp kahvaltımı yaptım. Gözlerimi açamıyordum ve hiç halim yoktu. Tuğrul; "bence bugün, bu halde yola çıkma bugün de burada kalabilirsin" diye teklifte bulundu. Söylediklerinde haklıydı eğer yola çıkarsam verimli bir sürüş olmayacaktı. Tekrar uyudum ve uyandığımda saat öğlen 13.00 olmuştu. Aldığımız karar yerinde bir karar olmuştu. Dinlenmeye devam edip önümde olan yolların durumuna bakıyordum. Önümde iki tane geçit vardı ve bugün dinleneceğim için gözümü korkutmuyordu. Ertesi gün tekrar 04.00 de uyandım. Sağlam bir kahvaltı yaptım ve yola çıkmak için gayet iyi durumdaydım. Tuğrul ile vedalaşıp kendimi yola attım. Hedefim Afyon'a varmaktı sabah saatleri olduğu için hava serin ve rüzgarlıydı. Kararlılıkla yoluma devam ediyordum. Banaz'ı  geçtiğimde yolun karşısında duran bir araç gördüm. İki kadın telaşlı bir şekilde aracın başındaydı. Seslenip iyi misiniz diye sordum. Genç olan kadın," kardeşim nöbet geçiriyor" diye bağırdı. Bisikleti kenarı bırakıp hemen karşıya geçtim. İlk yardım eğitimim olduğu için biraz bilgim vardı. Anne baya korkmuştu onları sakinleştirdim ve çocuğa yöneldim. İlk yardım eğitiminde ,nöbet geçiren kişinin nöbetinin geçmesini beklememiz gerektiğini öğrenmiştim. Oğullarının başında bekledik ve ona dokunmamızın nöbeti uzatacağını söyledim. Biraz bekledikten sonra oğulları kendine gelmişti ve sese tepki veriyordu. Anne sakinleşip bana teşekkür etmişti. Banaz da hastane olduğunu söyledim her ihtimale karşı gidip muayene edin deyip oradan ayrıldım. Dumlupınar geçidine gelmeden önce canım aşırı meyve çekmişti. Biraz ilerledikten sonra yol kenarında elma ağacı gördüm ve payıma düşen elmadan 2 tane alıp yedim. Geçidi geçmeden önce bana iyi enerji vermişti. İlerlemeye devam edip Dumlupınar geçidine geldim. %7 eğim vardı ve 6 km kadar bu şekilde devam etti. Geçidi aşıp geriye doğru baktığımda baya yükseldiğimi gördüm. 1 saat önce elma kopardığım ağacı görüyordum.
Dumlupınar şehitliği
Dumlupınar şehitliğine girmek için 3 km kadar yoldan çıktım. Burada olmak insanı hem duygusallaştırıyor aynı zamanda gururlandırıyordu.
Atam ve silah arkadaşları için dua edip fotoğraflar çektim. Zirve de duran taarruz halinde ki anıt heykelinin yanında fotoğraf çekmek için merdivenlerin yanına geldim. Bisikleti kenara koyup merdivenleri çıkacakken bisikletime baktım ve o neden çıkmasın diye düşündüm. Bisikleti kucaklayıp yukarı çıkmaya başladım. İnsanlar bakıp gülüyordu. Son 20 merdiven kala bir beyefendi, "yardım edebilir miyim?" diye sordu. Tabii ki dedim ve birlikte çıkardık.Biraz yorucu olmuştu ama ikimizde mutluyduk. Fotoğraflarımı çekti ve nereden geldiğimi sordu. Biraz konuştuktan sonra teşekkür ettim ve gitti. Aşağı inip çardakta yemeğimi yedim. Saat 13.00 gibi yola devam ettim. Hava o kadar sıcaktı ki her an yolculuğu bitirip otobüse binmek gibi fikirler aklıma geliyordu. Kendimle kavga etmeyip durumu kabullenmeyi düşündüm. Pes etmek kolaydı ama ben kolayı tercih etmeyip yola devam ettim. 4 saat kadar bu şekilde ilerledim. 117 km sonra Afyon merkeze gelmiştim. Kendime kalacak yer ararken arkadaşım devlet yurtlarının 3 gün 18-30 yaş arası gençlere 1 eylüle kadar ücretsiz olduğunu söyledi. Merkez de olan kyk yurduna gidip bir kaç işlemden sonra kendimi yatağa attım. Yolculuğun biraz daha konforlu ve güvenli hala büründüğünü söyleyebilirim. 
Afyon Kalesi



 Ertesi gün de yola çıkmayıp dinlendikten sonra akşam 18.00 de Afyon kalesini görmek için dışarı çıktım. Kaleye gelmeden önce sokakları rengarenk evlerle kaplı mahalleden geçiyorsunuz. Kale ye çıkmak için 625 adet merdiven çıkmanız gerekiyor. Normal şartlarda 30 dakika da çok dik olmayan merdivenleri aşarak zirvesine çıkabilirsiniz. Yanınıza su almayı unutmayın. Zirve de ise 360 derece görüş açısıyla Afyon'u seyir etmek keyifli dakikalar sunuyor. Sonra yurda dönüp son hazırlıklarımı yapıp uyudum. Her sabah 4 de uyandığım için erken saatlerde uyuyordum. Bugün ki hedefim Eskişehir'e bağlı Sivrihisar'a varmaktı. Önümde sadece Köroğlu geçidi vardı.Onun haricinde battı çıktı dediğimiz yol çoktu ve bozkırdan oluşuyordu. Öğlen 12.00 olduğunda sıcaktan kavrulmaya başlamıştım. Hem güneşin vücuduma verdiği sıcaklık hemde asfalttan gelen sıcaklık inanılmazdı. Resmen bir kazanda kaynıyor gibiydim. Acı çekiyordum ve Sivrihisar'a gelmeden ciddi bir karar alıp ertesi gün süreceğim 130 km lik Ankara yolunu otobüsle geçmeye karar verdim. Sivrihisar'a öğlen 14.00 de 120 km sürerek varmıştım. Dinlenme tesislerine gidip Ankara'ya giden ve kalkmak üzere olan bir araç gördüm. Yetişip, beni de alır mısınız diye sordum. Bagajı açıp yer var mı diye baktılar. Şanslıydım yer vardı ve hemen bisikleti atıp yola devam ettik. Mutluydum orada saatlerce bekleyebilirdim. 2 saat sonra Ankara'ya varmıştım. Geçtiğim yolları görünce kararımın iyi olduğunu anladım.
Mustafa ve Reyhan
Kızılay'a gelip yakın arkadaşım Mustafa ve Reyhanla buluştum.
Beraber yemek yeyip hasret giderdik. 2 gün sonra düğünleri vardı ve bende ayrıca bu tarihe yetişmeye çalışıyordum. Birlikte vakit geçirdikten sonra düğün telaşları olduğu için kalktık.
Mustafa'nın ayarladığı misafir edildiğim eve doğru yola koyuldum. Akın çok iyi bir arkadaştı ve kısa sürede baya samimi olmuştuk ve eğleniyorduk. Evi tam Anıtkabir'in yanındaydı terasa çıktığımızda Anıtkabir parıldayan bir yıldız gibi karşımızda duruyordu. Akın birer kadeh içki getirdi ve beraber sohbet ettik. Yorgun olduğum için gece 1 gibi uyudum. Ertesi gün ilk iş olarak Anıtkabir'i ziyaret ettim. Buraya 2. kez geliyordum ama bu gelişim benim için daha kıymetli olmuştu.
Burada geçirdiğim 2 saatlik süreden sonra çektiğim fotoğraflar ve videolarla birlikte ayrıldım. Birkaç yeri de gördükten sonra eve döndüm. Akın eve gelip hadi eğlenmeye çıkalım dedi. Tunalı da bir club e gidip gece boyunca dans ettik. Yollarda yalnız geçirdiğim süreden sonra bu eğlence bana çok iyi gelmişti. Ankara'da geçirdiğim 3. gün sonunda arkadaşımın düğün vakti gelmişti. Akınla birlikte hazırlanıp çıktık. Mustafa ve Reyhan çok güzel görünüyorlardı. Mutlulukları gözlerine yansımıştı. Düğün salonuna geçip eğlendikten sonra nikah işlemi başladı. Mustafa beni şahitleri olarak seçmişti. En mutlu günlerinde şahitleri olmak beni hem mutlu etmiş hem de onurlandırmıştı. Bir kaç saat daha eğlendikten sonra salondan ayrılıp eğlenmeye devam etmek için Akınla birlikte club a gittik. Ankara bana çok iyi gelmişti.
Buradan nasıl ayrılacaktım bilmiyordum. 4. gün sabahı yola çıkmak için hazırlık yaptım. Saat sabah 4 sularında yola çıktım. Hedefim Kırıkkaleyi geçmekti. Ankara'dan aldığım enerji ve motivasyonla yoluma devam ediyordum. Çok fazla yokuş yoktu ve rahat bir yolculuk sürüyordu. Kızılırmak nehrinin ilk göründüğü yerde durup çayımı içtim. Hatırlıyorum da mayıs ayında Erzincan ve Sivas'tan bisikletimle geçerken gürül gürül akan o nehirden eser kalmamıştı. Aradan 3 ay geçmişti ve Kızılırmak sessiz bir yol izliyordu. Çayım bittikten sonra yola devam ettim. 85. km de yolda kalmış bir araç gördüm. Amca hem itip hem de çalıştırmaya çalışıyordu. Bisikleti kenara bırakıp hemen yardıma gittim. 100 metre kadar ittirdim ama çalışmamıştı en azından denedik. Kırıkkale'ye geldiğimde burada hiç durmayıp yoluma devam ettim. 120. km ye geldiğimde Delice ilçesine ulaşmıştım. Cami de kalmak için imamdan izin istemiştim. Beni afgan mısın nesin diye terslemişti ve kimliğimi görmek istemişti. Kendisine,"sen kim oluyorsun da bana kimlik soruyorsun?" dedim. 
Yusuf amca ve Eşi
Bunu soracak yetkiyi kimden almıştı bilmiyordum.
O sırada Yusuf amca beni gördü ve gel oğlum sen tanrı misafirisin deyip beni evine götürdü. Kendisi de köyün bu vizyonuna karşı tepkiliydi. Yusuf amca ve eşi çok iyi insanlardı. Eve geldiğimizde eşi güzel bir yemek hazırlamıştı. Onları yedikten sonra Yusuf amca gel üzüm bahçesine gidelim dedi. Birlikte üzüm bahçesine gidip hem toplayıp hem de yedik. Üzümlerin arasında kavun da ekilmişti. Yusuf amca aralarından birini seçti ve orada onu da yedik. Her şey çok güzel gidiyordu. Sonra köyün çevresini gezip Hititlerden kalma eserlerin çıkarıldığı yerleri gezdik. Eve dönünce çay hazırlayıp sohbet eşliğinde içtik. Yusuf amca memur emeklisiydi ve konuştuğu her kelime dinlemeye değer bir insandı. Burada olmayı ve yaşadığım her anı sevmiştim. Saat gece 22.00 da terasta yıldızları izleyip hayal dünyamı genişletip uyuya kalmıştım. Sabaha karşı Yusuf amca ile uyandık. Teyze bana bir poşet kahvaltılık hazırlamıştı sağ olsun.Bisikletimin yanına gittiğimde ön tekerin patlak olduğunu fark ettim . Güne böyle başlamak istemezdim. Bisikleti köy meydanına götürüp ışığın olduğu yerde yedek lastiğimi çıkarıp değiştirdim.
Saat 6 olduğunda sürmeye başladım. Bugün bisiklet sürmeye hiç keyfim yoktu neden böyleydim bilmiyordum. Belki de iyi beslenemediğim için böyleydim. İlerledikçe daha da keyifsiz hale büründüm.
Teyzenin hazırladığı poşetteki yemekleri yemek için bankta oturdum. 70 km ye geldiğimde ufak çaplı bir sağlık sorunu yaşayıp durdum. Orada karar verip Çorum'a kalan 40 km yolu otostopla geçmeye karar verdim. Transit bir araç durup Çorum otogara kadar bıraktı sağ olsun. Kyk yurduna gidip oraya yerleştim kendimde değildim. Duş alıp hemen uyumuştum. Ertesi gün uyandığımda kendimi iyi hissediyordum. Öğlen saatlerinde çıkıp etrafa baktım. Çorum müzesini girip etrafı gezdim. Müzenin bir tarafı Hititler ve Romalılara ait eserler taşıyor. Diğer kısmı ise etnografya müzesi ile Çorum'un geçmişinden alınan esintiler sergileniyordu. Oradan ayrılıp biraz alışveriş yaptım. Ertesi gün ki hedefim Merzifon'u geçmekti. Sabah 5 te uyanıp yola çıktım. Hava serindi ve biraz üşüdüm. Önümde 4 tane geçit vardı. Bozkırlardan ormana olan yolculuğum ilk saatlerde kendini belli ediyor ve yemyeşil ormanların içinden geçiyordum. Burnuma o hasret kaldığım ormanın ve toprağın kokusu geliyordu.Bugün kendimi çok enerjik hissediyordum.  Saat 9 olduğunda Merzifon'a gelmiştim ve şaşırmıştım.Çünkü bu kadar yolu normalden kısa bir süre de gelmiştim.Sonra aklıma o çılgın fikir geldi.Acaba Samsun'a tek seferde mi gitsem diye içimden konuşmaya başladım. Yola çıkmadan önce 178 km ile Samsun'u 2 günde geçmeyi düşünüyordum. Kondisyonumun bu kadar iyi olması beni devam etmeye teşvik etti. Merzifon da yemek yeyip yola devam ettim. Müzik açıp bağıra bağıra şarkılar söylüyordum. 100 km ye geldiğimde Samsuna 78 km kaldığı yazıyordu. Bu kadar gidebilir miydim bilmiyorum ama kendimden emindim. 
Bugüne anlam katma isteği vardı içimde. Samsuna 50 km kala yolda çalışma vardı ve yol teke düşmüştü. Yolculuk tehlikeli bir hale bürünmüştü. Yanımdan geçen araçlar 0 geçiyor ve korkutuyordu.
Durumu fark eden tır sürücüsü,"yavaş git ben seni koruyacağım" diye işaret etti.Arkamda dağ gibi duruyor ve diğer araçları geçirmiyordu. Yaptığı bu insanlığı kesinlikle unutmayacağım. O yolu o şekilde bitirip sağa çektim. Tır sürücüsüne çok teşekkür ettim. Arkadan gelen araçlar korna çalıp selam verdi. Bu kadar anlayışlı olmaları beni çok mutlu etmişti. Önümde olan son geçidi aşıyordum ve yağmur yağmaya başlamıştı. Yolların kaygan olması benim için tehlikeli olacaktı. Daha hızlı pedal atıp zirveye ulaştım. Artık 10 km kadar pedal atmadan ilerleyecektim. 30 dakika sonra Samsun tabelasını görmüştüm. Yaşadığım duygular inanılmazdı. Evet! işte ben buyum, güçlüyüm diye bağırıyordum. Sınırlarımı aşıp kişisel bir başarıya imza atmıştım.178 km bisiklet sürüp 9 saatte Samsun'a varmıştım. Çok emek vermiştim karşılığını kesinlikle almıştım. O gün orada bir insana dokunmak, sarılmak ve yaşadığımı hissetmek istiyordum. 
Sadece bisikletim ve ben vardık. Bisikletime sarıldım ve teşekkür ettim.Sahile inip kalacağım yurda gittim. Kan ter içinde kalmıştım. O kadar yorulmuştum ki nefes almakta bile güçlük çekiyordum.
Kalacağım yere geldiğimde duş alıp direkt kendimi yatağa attım. Ertesi gün uyandığımda kendime ödül verip güzel bir kahvaltı yaptım. Baya olmuştu böyle bir kahvaltı yapmayalı. Rize'ye saklıyordum bu kahvaltıyı ama bu başarı ödülsüz kalmamalıydı. Bu gece yıldızlar çok güzeldi. Bazen geriye doğru bakıyorum da. Çocuktum. Belirli bir sınırların içerisine koyulmuş, başarı nedir bilmeyen ve kocaman dağların yamacından akan şelalelerin taşları ufaladığı gibi ufalanan bir çocuk. Hür ve kendi idealleri olan bir insan olarak yaşamayı hayal ederek büyüdüm. Yaşadığım süre boyunca amacıma ulaşmak için çok çaba sarf ettim. Şimdi ise kendi hedefleri olan ve tüm yanlışlara baş kaldırmış bir insan olarak yaşıyorum. Tek istediğim ideallerime uymak ve yaptığım işe çocukluğumu katıp gönülden yapmak. Bütün emeğimi ortaya koymak ve istediğimi almak kadar mutlu eden bir durumum olmadı. Şimdi ise Samsun'dayım buranın havası bana ilham veriyor. Yarın beni güzel bir gün bekliyor. Hedef olarak Çarşamba ilçesini seçmiştim. Orada dağcılık sporundan tanıştığım arkadaşım vardı. 
Sude ve ben
Ben varmadan orada yapacağımız programı hazırlamıştı. Öğlen 12 gibi varmıştım. Sude çok şaşkındı. 20 gün önce telefonla konuşuyorduk. Şimdi yanındaydım ve gülüyorduk. Önce öğretmenevi ne yerleştirdi beni. Sonra Çarşamba'da bulunan ve çoğu kişinin tercih ettiği dönerciye gittik. Tadı damağımda kaldı diyebilirim. Oradan ayrılıp tarihi yapı olan Göğceli cami ye gittik. Göğceli cami 1206 yılında yapılmış ve bu caminin özelliği hiç çivi çakılmadan yapılmasıymış. Tavana yapılan el işçiliği boyamalar kök boya kullanılarak kalemle yapılmış ve harika görünüyordu. Türkiye'deki en eski ahşap cami olarak kayda geçmiştir. Sude ile geçirdiğim vakit çok güzeldi ve çok gülüyorduk. Sude'nin dışarıdan gelen arkadaşlarına ikram ettiği ve kült haline getirdiği uzun çarşı da orolet içme faslına geçtik. Sonra Yeşilırmak bahçesine gidip tayları sevdik. Baya gezmiştik ve yorulmuştuk. Akşam yemeğimizi de yedikten sonra saat gece 23.00 gibi Sude beni  kalacağım yere bıraktı. Aynı şekilde İzmir'e gelmesini istedim ve vedalaşıp uyumak üzere otele girdim. Ertesi sabah kahvaltı saatinde uyanıp sağlam bir kahvaltı yaptım. 116 km Ordu maceram saat 8 de başlamıştı. Yol akışkan hava bulutlu ve biraz serindi.Yollar yemyeşil ağaçlar ve bitki örtüsü ile kaplıydı. Fındık zamanı olduğu için geçtiğim köyler de kapı önlerinde yere serilmiş fındıkları kurutmak için uğraşan insanlar vardı. Fatsa'ya ulaştığımda burada hem yüzer hem de öğle yemeğimi yerim diye durmuştum. Mavi deniz plajına girdim ve yemeğimi yedim. İnsanlar denize şort ve tişört ile girmişti. Biraz komik bulmuştum. Sonra denize girdim ve 5 dakika sonra kocaman bir deniz anası saldırısına uğradım elim ve sırtıma çarpmıştı. Çok acı çekmiştim. Sıcak uygulaması yapmıştım ama geçmiyordu. İşte orada anlamıştım neden tişört ile denize girdiklerini :)  Karadeniz'in genel sorunuymuş deniz anası. Çok güzel bir plajdı oradan erken ayrılmak beni üzmüştü. Sırtım yana yana yola devam ettim. Boloman yolundan değilde 20 km daha kısa olan dağ yolunu tercih ettim. Bunun hata olduğunu 4 tane tünel geçeceğimi fark edince anladım. İlk iki tanesini sorunsuz geçtim. 3. tünel 4 km'lik bir tüneldi. O tünelde olduğum süre beni baya germişti. Yol bitmiyordu kaldırımın üstünde ilerliyordum. İçeride yaklaşık bir saat geçirdim. Arkamdan gelen kamyonların sesi beni acayip korkutuyor ve üstüne korna çalarak beynimin korku sınırını fazlasıyla zorluyordu. Çıkışı görünce rahatladım. Soluklanmak için sağa çektim kalbim küt küt atıyordu. Sakinleşmek için su içtim. Bu tünellerde neden emniyet şeridi yok diye düşünüp kızıyordum. Bizim bu tünellerden geçmek için neden canımızı ortaya koymamız gerekiyordu. Ordu'ya 6 saat sonunda varmıştım. Biraz dinlendikten sonra içkimi alıp sahilde gergin geçirdiğim günü sakinleştirdim.
Gece güzeldi keyfim yerine gelmişti. Ertesi gün için 1 haftalık bir yağmur süreci gösteriyordu.

Yason Kilisesi
Bir sonra ki gün yol tercihi yüzünden kaçırdığım güzel yerlere geri dönmek adına Ordu merkezden bindiğim dolmuşla Yason burnuna geldim. Yağmur yağmaya başlamıştı. Yason kilisesi ziyarete kapalıydı sadece dışarıdan gözlemleniyordu. Yason kilisesi 1868 yılında bölgede yaşayan Rumlar ve Gürcüler tarafından yaptırılmıştır. 
3. yüzyılda Hristiyanlar. Giresun'da İsa'nın doğumunu kutladıktan sonra buraya gelip ışıklar bayramını katılırlarmış.
Efsaneye göre Herakles döneminde, aralarında güç tanrısı Herkül'ünde bulunduğu bir grup altın postu ele geçirmek için Karadeniz'e açılırlar. Bir süre sonra post'un saklı olduğuna inanılan Giresun adası ile Yason burnu yarımadasına çıkarlar. Ancak adalarda ejderha yapılı kuşlar ile karşılaşırlar. Herkül'ün daha önce Stympholes Gölü çevresinden kovduğu kuşlar bu adalara yerleşmiş. Kuşlar tüylerini ok gibi fırlatarak saldırıya geçer Argonatlar, kalkanlarıyla kendilerini korumaya çalışırlar da bir arkadaşlarını yitirirler. Sonunda kuşları öldürüp Altın post'u aramaya koyulurlar ancak bulamayınca adayı lanetleyip geri dönerler.
Bu efsaneyi ve tarihini öğrendikten sonra fenerin yanında oturup denizi izleyip keyif sürdüm. Yağmur bastırınca oradan ayrılıp merkeze geri döndüm. Ordu'ya geldiğimden beri her yerde fındık görüyordum ve canım çekiyordu. Cebimde çok az param kalmıştı o yüzden alamayıp yurda geri dönmüştüm. Hatta teleferiğe binmek istemiştim ve sonra Rize'ye varacağım da zaten dere tepe göreceğim diye gidip o parayla karnımı doyurmuştum:) Sabah Giresun'a gitmek için hazırlığımı yaptım.Hava yağmurlu olacağı için panço mu en üste koymuştum. Saat sabah 9 gibi yola koyuldum. Yağmur hafif hafif yağıyordu. Hiç şikayet etmeden tadını çıkararak ilerledim. 
Giresun'a 10 km kala


45 derece de bozkırlarda geçirdiğim vakitlerden sonra bu yağmur süreci bana ödül gibi geliyordu.
Yol kenarlarında erik ve böğürtlen ağaçları vardı.
onlardan koparıp sakin bir şekilde ilerliyordum.
Bu yolculuğun en zorlu kısımlarından biri maddiyat oldu benim için bazen topladığım meyvelerle ve yediğim simit ile geçiriyordum günlerimi. Çoğu kişinin tek düşündüğü gezmem ve cebimde çok paramın olduğu öngörüsüydü. Bazen ciddiye alınmamak insanı düşündürüyor. İlerlemeyi sürdürüp hiç bir şeye kulak asmamak beni güçlü kılıyordu. Ne demişler sen işini yap duyulan başarın sayılsın. Giresun'a öğlen 11.00 gibi vardım. Bence Giresun doğa harikası bir yerdi. Geçtiğim bazı yollardaki kocaman meşe ve gürgen ağaçları muazzamdı.
Giresun Kalesi

Sahil Öğrenci Yurduna gidip kayıt yaptırdım.
Oda da iki kişi daha vardı iyi insanlardı ve yaptığım bu işe merakları vardı. Deneyimlerimi aktarıp kendilerini bilgilendirdim. Birlikte çıkıp yemek yemeye oradan da sahile yürüyüş yapmaya gittik. Gece boyunca da yağmur yağmaya devam etti. Sabah erken uyanıp yağmurun dindiğini gördüm ve fırsatı yakalayıp Giresun'u gezmeye çıktım. Bisikletle Giresun kalesine çıkmıştım. Yorucu olmuştu ama manzaraya değmişti. Kaleden geriye sadece orta kısımda ki bazı surlar kalmıştı. 
Antik kaynaklarda Bronz Duvarlı Kale olarak anlatılan Giresun kalesi, muhtemelen Pontus Kralı 1. Farnekes zamanında yapılmıştır. Trabzon İmparatorluğu'nun 1300'lü yıllarda Türklere karşı son sınır kalelerinden biriymiş. Kalenin denize hakim oluşu ve ticaret yollarının birleştiği noktada bulunuşu kıyı kontrolü amaçlı askeri bir yapı olduğunu da göstermektedir.
Burada geçirdiğim vakitten sonra merkeze inip çay ocağında çay içtim. Ertesi gün ki programı çizip Akçaabat'a gitmeye karar verdim. Doğu'ya giderken insanların misafir ettiği köy evlerinde kalıyordum.
Şehir hayatı ve sahil şeritlerinde insanlar kendi hayat mücadelesi içinde oldukları için çok görülmüyordum. Anadolu'da ki o samimiyeti ve güveni arıyordum. Yağmur hiç dinmemişti ve bedenimin her yerinde dolaşıyordu. Durmaya hiç niyetim yoktu. Tirebolu'ya geldiğimde 3 km'lik bir tünel geçmem gerekiyordu ve başka seçeneğim yoktu. Tünelin yanına gelip durdum ve geriye doğru bakıp yolu gözlemledim. Hangi sıklıklarla büyük araç geçtiğine baktım. Görebildiğim en uzağa doğru bakıyordum. En doğru anı yakalayıp hızlıca pedal atmaya başladım. Çok hızlı bir şekilde pedal atıyordum. O sırada arkadan gelen araçların sesini dinleyip büyüklüğünü anlamaya çalışıyordum. Çıkmaya yakın arkamdan çıldırmış gibi korna çalan kamyon geliyordu. Ben insan durumundan anlamayan bencil bir kişiyim diye bağırıyor ve o şekilde geliyordu. Çok sinirlenmiştim. Bisikleti kenara çekip kaldırıma çıktım. Bana eskortluk yapan kişiden böyle bencil ve anlayışsız kişilere denk gelmek beni üzmüştü. Son 300 metreyi yavaş yavaş ilerliyordum. Yaşadığım kötü duygularla boğuşuyordum. Çıkmaya yakın bisikletimin ön tekeri kaldırıma sürttü ve ben duvara 4 kere vurarak dengemi geri kazandım. Bu ramak kala kazadan güçlükle kurtulmuştum. Çıkınca kenara oturdum ve gözlerim doldu. Korkmuştum ve ellerim titriyordu. Odağı mı yola geri çevirip devam ettim. Öğlen 12 gibi iyi beslenmediğim için gücüm düşmüştü. Çantamdan çıkardığım çikolata ile oturup bankta dinleniyordum.
Yanımda bir araç durdu ve beyefendi yanıma gelip konuşmaya başladı. Ülkemin güzelliklerini görmeye gelmişti. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Sadece samimiyet arıyordum. Benimle oturup nasıl olduğumu sorması bile bana yetmişti. Akçaabat'a 16.00 da varmıştım. Yurt müdürü hanımefendi yaptığım bu işi heyecan verici bulup haber kanalı çağırmıştı. Yaptığımız röportaj ile kendimi daha çok duyuracaktım.
Atatürk Köşkü (Trabzon)
Geçirdiğim ilk geceden sonra bisikletimle birlikte Atatürk Köşk'üne gittim. Yanımda nakit param yoktu. Gişe de duran beyefendi bu defa bizden olsun o kadar yoldan gelmişsin dedi. Teşekkür edip içeri girdim. Yirminci yüzyılın hemen başında yapılan bu köşkte Atam sadece 2 gün kalmış. İçeride Atatürk'e dair her şey bulunuyordu. Atatürk vasiyetini burada hazırlamış ve tüm varlığını Türk halkına bağışladığını yazmış. Yazdığı vasiyette ise '' Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime bağışlamakla ferahlık duyacağım. İnsanın serveti kendi kişiliğinde olmalıdır. Ben büyük milletime daha çok şey vermek istiyorum'' diye yazmıştır. Bu büyük insanı sarf ettiği bu sözler ve bize bıraktığı koca bir ulus için kendisine çok şey borçluyuz. Açtığı yolda gösterdiği hedefe durmadan ilerlemek boynumuzun borcudur. Bu duygu dolu  anlardan sonra oradan ayrılıp Ayasofya Müzesine gitmek için dolmuşa bindim.
Ayasofya Müzesi (Trabzon)

1250 senesinde  Ortodoks kilisesi olarak inşa edilmiş Bizans yapısıdır. Ayasofya adı ''Kutsal Bilgelik'' anlamına gelirmiş. Binanın içerisinde Adem ile Havva'nın yaratılışı kabartma halinde anlatılmıştır. Bazı bölümlerde ise İsa'nın doğuşu, vaftizi , çarmıha gerilişi , kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiştir. Göz alıcı bir yapıya sahip olan bu tavandaki işlemeler kaybolmadan görülmeye değer bir yapıya sahiptir. Oldukça fazla ziyaretçiye sahip bu yapı gelen ziyaretçiler tarafından tahribe uğradığı da gözler önündeydi.  Akşam 18.00 gibi kaldığım yere gelip çantamı toparladım. Artık yolculuğumun sonuna gelmiştim. 90 km sonra hedefimi tamamlayacaktım. Gece uykusuz dakikalarla mutlu ve umutlu bir şekilde hayallere dalmıştım.
Bisikletimle nisan ayından bu yana 4 ay içerisinde 4000 km yol yapıp 19 şehir görmüştüm.
Bana göre bu inanılmaz güç ve başarı. Sabah göreceğim 20. şehir olan Rize'ye gitmek için yola çıktım.
Kafa da bitirmiş şekilde ilerliyordum. 2 saat sonra başıma o trajik olay geldi. 5 gün önce rüyamda yavrusu olan yaralı bir ördek benden yardım istiyordu. Şimdi ise karşıma çıkan olay inanılmazdı. Yolun kenarında yaralı bir şekilde korkmuş köşeye pusmuş ördek duruyordu. Aklıma gördüğüm rüya geldi. Renkleri bile aynıydı. Hemen bisikletten inip yanına gittim. Susuz kalmıştır diye düşünüp kafasına doğru su döküp içmesini sağladım. Şoka girmiş gibiydi ileri doğru kafamı kaldırdığımda ördek havuzu olduğunu gördüm. Ördeği kucaklayıp oraya doğru götürdüm. Kafe çalışanına teslim ettim ve bu ördeğe sahip çıkmadığınız için geldiği duruma bakın diye sitem ettim. Veterinere götürün diye söyledim ve oradan ayrılmak zorunda kaldım. Umarım şuan iyi durumdadır. Rize 'ye yaklaştıkça yüzüm gülüyor ve içimden bu işi de başarıyorsun diyordum. Bu yaşama hevesi olduğu sürece atacak pedalım da görecek zirvem de çoktu. 
1 saat kadar ilerledikten sonra Rize tabelası karşımdaydı ve o an gözlerim hafif dolu bir şekilde yanına gittim yaklaştıkça gözlerimden damlayan yaşların sayısı çoğalıyordu. Bütün emeğim gözlerimin önüne geliyordu. 1600 km'lik bir yolculuk ve 20 günlük süreç. 45 derece sıcaklıkta ki bozkırlardan geçerken çektiğim acı ve içtiğim 7 ,8 litreden fazla sular her şey bu tabelayı görme uğruna, hedeflerimi tamamlamam adına verilmiş mücadele. Rize'ye vardığım gün 25. yaş günümdü.
Yeni yaşıma bu şekilde anlam katmak güzeldi. İleri ki yaşamımda da bol heyecanlı sürmesini diledim.
Ben buyum dağları , yolları , geçitleri ve kendimi aşmaya devam edeceğim.
Şimdi ise yolculuğu taçlandıracak olan Türkiye'nin en teknik dağları ile buluşma vakti. İzmir'den gelen çantamı düzenleyip önce Verçenik dağı için hazırlık yaptım. Tırmanış tarihi geldiğinde birlikte eğitim aldığımız arkadaşlarımla buluştuk. Hepimiz heyecanlıydık. Motivasyonumuz ve birlikteliğimiz bizlere çok iyi gelmişti. Araçlar ile Cimil yaylasına çıkıp çadırlarımızı kurduk. Yakaladığımız kahkaha dolu sohbet ile beraber çok eğleniyorduk.
Ertesi gün gece zirve yapmak adına Verçenik buzul gölünün orada olan ana kamp alanına 6 saatlik kamp yüküyle yolculuğumuz oldu. Hepimiz çok yorulmuştuk ancak bu grubun farklı bir enerjisi vardı o halde bile çok eğleniyorduk. Sabaha karşı ilk zirve hareketinde olduğum için arkadaşlarımla ayrılmak zorunda kaldım. Toplamda 10 saatlik bir mücadele ile Türkiye'nin teknik tırmanış rotasına sahip olan dağı  ve bu zamana kadar en zorlandığım dağ olarak kayda aldığım Verçenik dağının zirvesini görmüştüm. 
Verçenik Zirve

Evet diye bağırmıştım. Emeğimin karşılığını almıştım. Aşağı indiğimde arkadaşlarım tebrik edip sarıldı. Ertesi gün onlarda zirvelerini yapmıştı. Hepimiz mutluyduk ve hazırladığımız sofrada buluşup yaşadığımız duyguları paylaşıyorduk. Necla ablanın getirdiği mikrofonla birlikte geceyi şarkılar , türküler okuyup eğlenmeye devam ettik.
Ertesi gün ise son hedef olan Kaçkar zirve için aynı çoşku ve istekle birlikte yola koyulduk. Yukarı kavron yaylasına kurduğumuz kampımızda sevdiğimiz insanlarla birlikte güzel bir sofra kurduk. Grubumuz da ki Esra manavı yukarı taşıması ve herkese sunduğu bolluk ve içtenliği güzeldi. Necla  ise yaşayarak okuduğu Karadeniz müzikleri ve arkasından bağırması insanda iyi izlenimler bırakıyordu. Tabii Mesut'u unutmamak lazım.
Kaçkar Zirve
Dostluk kelimesi bu insanda karşılık buluyor ve yoldaş dediğimiz türden bir insandı. 9 günlük bir süreçti bizimkisi ancak bu 9 gün öylesine değerli ki benim için bugün hala evimin bir köşesinde bu satırları yazarken yüzüm gülüyor ve sevgiyle anıyorum kendilerini.
Son hedef için grubumuz dan bazı ayrılıklar oldu. Ancak kalanlar için bizim zirveyi tamamlamamız hepimizi mutlu edecekti. Ertesi gün Kavron dan yola çıktık ve Mezovit kampına kurulduk. Kaçkar'ın kuzeyinden çıktığımız zirve yolculuğumuzu da başarılı ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirdik. Yaptığım zirveleri ve onca yolu bırakın bir kenarı o yaşadığım ve arkadaşlarımla geçirdiğim  9 günlük süreci özlüyorum. İnsanı insan yapan duyguları ve düşünceleridir.Bu gün  sarf ettiğim onca söz ,sadece yaşama dair kendi adıma bireysel başarıdan çok insanla olan ve birliktelik içinde yapılmış bir işten  daha iyi olamaz. O yüzden insanı sevin ve küçükte olsa bir insana dokunun.

Bu benim hikayemdi ve beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.

Reklam ve iş birliği için;
E posta gferdi753@gmail.com
Tel; 05534168673

HAYATINA HEYECAN KAT..

Yorumlar

  1. Tebrik ederim kardeşim. Azmin ve paylaşılması güç duygularını içtenlikle aktardığın sseruvenlerini keyifle okudum mutluluğun sonsuz olsun. Faruk Hariri...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

HEDEF AĞRI DAĞI